İMZA KAMPANYASI

Notalar ve Sözler - Bölüm 8

Önceki bölümler için tıklayınız: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7

Not: Bu hikayede gerçek kişi ve mekan isimleri geçmesine rağmen yazılan “karakterler dahil, her şey tamamen” hayal ürünüdür. Bu yüzden, lütfen SAKIN ciddiye almayın, İSMİ GEÇENLERE DÜŞMAN OLMAYIN ve sadece eğlenin. Bir de okurken aklınızdan çıkarmayın, hikayeyi 1. ağızdan yazma sebebim: FİLİZ sensin sevgili okuyucu. Sen bu hikayenin kahramanısın :)

Bölüm 8

Albüm tanıtımı için Yokohama’daki aktivite birkaç gün önce yapılmış olmasına rağmen CNBLUE hala reklam ve program çekimleriyle son derece yoğun bir tempoda çalıştığından, partiden beri hiç birini görememiştim. FTISLAND da yeni albümlerinin tanıtımıyla çok meşguldü.
 
-En azından Minhyuk dizisi bittiği için biraz da olsa rahatlamış olmalı, diye düşündüm.
 
Minhyuk her ne kadar sakin ve sessiz bir yapıya sahip olsa da bu yoğun tempo yüzünden yaşadığı stresten dudağında çıkan uçuk gözümden kaçmamıştı. Onun için ister istemez endişeleniyordum. Keşke onlara yararım olabilecek bir şeyler yapabilseydim, diye düşündüm.
 
Ofiste herkes aynı bilgisayarın başına toplanmış bir şey izliyordu. Merakla yanlarına gittim ve ne izlediklerine baktım.
 

FTISLAND’ın “I Wish” müzik videosu çıkmıştı ve herkes “harika” diye konuşarak klibe odaklanmıştı. Onlara yakışan oldukça hoş bir şarkıydı. Klipte AOA’dan Hye Jeong da oynuyordu. AOA’dakilerle önceki hafta konuşmaya başlamıştım. Oldukça tatlı ve gayretli kızlardı. Özellikle Yuna bana çok cana yakın davranmıştı.
 
Bunları düşünerek klibi izlerken birden nefesim kesildi. Klibin bir sahnesinde Jonghoon Hyejeong’un kucağına yatmıştı. Sevgi dolu gözlerle ona bakarak saçını okşuyordu. Bunun sadece bir klip olduğunu biliyordum, ama gene de kalbimin acımasına engel olamadım. Hislerimi kıskançlık olarak açıklayamazdım. Canımı acıtan kıskançlıktan çok, daha önce hiç düşünmediğim Jonghoon’un işiyle ilgili şeylerin farkına varmış olmamdı. O sevilen ve beğenilen ünlü biriydi. Çok fazla hayranı vardı. Buna benzer klip, program ve rollerde görünmesi onun için kaçınılmazdı. Bunları düşününce kendimi çok zavallı hissettim.

İçinde bulunduğum olumsuz düşüncelerden sıyrılabilmek için bilgisayarın yanından ayrılarak masama oturdum. CNBLUE’nun Londra konserine çok az kalmıştı ve hala yapılması gereken ayarlamalar vardı. Ofiste İngilizcesi en iyi olan çalışan ben olduğum için birçok işle ben ilgileniyordum.
 
Kafamdaki düşünceleri susturabilmek için kendimi o kadar çok işime vermiştim ki öğle arasında yemek için kafeteryaya bile inmemiştim. Programımdaki işlerin büyük çoğunluğunu bitirdiğimde sandalyemde geriye doğru yaslanarak hafifçe gerindim. Saat üçe geliyordu. Biraz kalkıp bacaklarımı açmanın iyi olacağını düşünerek ofisten çıktım.
 
Canım bir şey yemek istemediği için ayaküstü bir şeyler atıştırdım. Etrafta biraz dolandıktan sonra ofise geri dönmeye karar verdim. Düşüncelere dalmış yürürken koridorda gülümseyerek bana doğru gelen Yuna’yı gördüm.
 
-Seni kaçırıyorum, dedi.
 
Bir şey söylememe izin vermeden kolumdan tutup beni üst kattaki dans stüdyosuna çıkardı. AOA grubundaki kızların bir kısmı ordaydı. Mola vermiş olmalıydılar ki yerde dağınık şekilde oturuyorlardı.
 
-Yuna, neden beni buraya getirdin? Sizi rahatsız etmek istemiyorum, diyerek meraklı bakışlarla ona baktım.
 
-Seni daha önce hiç bu kadar karamsar görmemiştim. Böyle görünmene alışık değilim.
Ne kadar da tatlıydı. Gülümseyerek ona baktım, ama hala beni neden stüdyoya getirdiğini anlamamıştım.
 
-Sana geçen hafta öğretmeye söz verdiğim Elvis dansını hatırlıyor musun? 

Kendimi öğretmek için tam havamda hissediyorum. Kızlarla provamız da bitti zaten. Hadi!
 
Gülümseyerek beni büyük aynanın karşısına götürdü ve müziği açtı. Bir süre sonra kızlar da bize katılmıştı. Az önceki karamsar düşüncelerimi kızların neşesi bana unutturmuştu. Ben hareketleri beceremedikçe kızlarla birbirimize bakarak kahkahalar atıyorduk.
 
Yarım saat kadar onlarla eğlendikten ve yere oturup FNC’yi çekiştirdikten sonra artık gitme vaktim gelmişti.
 
-Bir sonraki sefere daha iyi yapmaya çalışacağıma söz veriyorum, diye gülerek kızlara el salladım ve yürümeye başladım. 

Ofise yaklaşmışken telefonuma mesaj geldi. Jonghyun’du.
 
“Arşiv odasındayım. Seninle konuşmam gerekiyor.”
 
Mesajı tekrar okudum. Chanmi bugünkü çalışmada yoktu. Acaba aralarında kötü bir şey mi geçmişti?
 
Neler olduğuna dair kafamda kurduğum onlarca düşünceyle arşiv odasına girerek kapıyı kapattım. Jonghyun elleri cebinde, küçük tozlu camdan dışarıyı izliyordu.
 
-Her şey yolunda mı?
 
Kısa bir sessizlikten sonra arkası dönük, camdan bakmaya devam ederek konuşmaya başladı.
 
-Seninle bir anlaşma yaptığımızı biliyorum. Ama daha fazla bunu devam ettirebileceğimi sanmıyorum.
 
Hiçbir şey anlamıyordum. Chanmi’yle ilgili bilmediğim bir şeyler mi olmuştu?
 
Birden çok sinirlendim. Hızla yanına gittim. Kolundan tutarak onu çevirdim ve tam karşısında durarak sinirle bakan gözlerimi gözlerine diktim.
 
-Bana benzediğini söylediklerinde yanıldıklarını biliyordum. Ben asla bu kadar kolay pes etmem.
 
İfadesiz bakan gözleri beni gittikçe daha çok sinirlendiriyordu. Bu çocukta duyguya dair bir şey var mıydı? O şarkıları nasıl söylüyordu?
 
Ceketinin yakasından tutarak Jonghyun’u sinirle kendime doğru çektim.
 
-Eğer Chanmi’yi sevmiyorsan açıkça söyle. Senin gibi durmadan fikir değiştiren duygusuz insanlarla uğraşamam!
 
Birden Jonghyun gözlerinde büyük bir acıyla bana bakmaya başladı. Gözleri yüzümde geziyordu. Ellerini yavaşça kaldırarak yüzümü avuçlarının içine aldı ve dudaklarıma bakarak yaklaşmaya başladı. Donup kalmıştım. Ellerim hala ceketinin yakasındaydı ve o gözlerini kapatmış gittikçe bana yaklaşıyordu. Nefesinin sıcaklığını çok yakında hissedince kendime geldim ve tüm gücümle onu ittirdim. Jonghyun geriye doğru sendeleyerek gözlerini açtı. Bense ittirmemin şiddetiyle dengemi kaybederek sol el bileğimin üstüne düşmüştüm.
 
Yerden hemen kalkamadım. Bacaklarımı kendime çekerek oturdum. Titreyerek, acıyan bileğimi tuttum. Jonghyun pişman olmuş gözlerle bana bakıyordu. Titreyen bir sesle konuşmaya başladı.
 
-Özür dilerim. Neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. Çok özür dilerim. Ben…
 
Devamını dinlemeden ve ona bakmadan hızla kalktım. Kapıya doğru koşarak kendimi odadan dışarı attım.
 
Çatı katındaki banka kadar koşmaya devam etmiştim. Nefes nefese kendimi banka bıraktım. Bileğimi tutarak düşüncelere daldım.
  
*** 

Minhyuk’un endişeli sesi beni kendime getirdi.
 
- İyi misin? Neden ağlıyorsun?
 
Ağlıyor muydum? Elimi yanağıma götürdüm ve parmağıma düşen gözyaşını hissedince şaşırdım. Hemen ellerimle gözlerimi sildim. Yanıma oturan Minhyuk’a bileğimi gösterdim.
 
-Ben… düştüm.
 
Minhyuk bunun düşmeden ibaret basit bir şey olmadığını hissetmişti. İnanmış gibi başını salladı. Hafifçe yağmur çiselemeye başlamıştı ve ben titriyordum. Üstündeki ceketi çıkararak omuzlarıma koydu. Cebindeki Ipodu çıkararak iki kulaklığı da bana taktı.
 
-Sana şarkılarımızı dinleteceğime söz vermiştim, hatırlıyor musun?


Onun yanında ağlamamak için kendimi tutmaya çalışıyordum. Karmakarışıktım. Ne düşünmem, ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu. 
-Benim yanımda kendini tutmana gerek yok. Hissettiğin gibi davranabilirsin.
 
Minhyuk’un bu sözleri üzerine artık kendimi tutamayarak başımı sıcacık omzuna gömdüm ve sessizce ağlamaya başladım. Oysa hiçbir şey söylemeden sakinleşmemi bekliyordu.
 
Güven veren omzu beni biraz da olsa rahatlatmıştı. Bana her zaman huzur veren gözlerini görebilmek için başımı kaldırdım ve birbirimize gülümsedik.
Başımı tekrar omzuna koydum ve çiseleyen yağmuru birlikte sessizce izlemeye başladık.



0 yorum:

Yorum Gönder