İMZA KAMPANYASI

(Hayran Hikayesi) MASKE - Bölüm 8 Final

---
---


KISIM 8 
-FİNAL-


Bölüm 14– Süper kahraman


Miya hızla atmakta olan kalbini sakinleştiremeyeceğini bilse de arabanın camını açarak dışardan gelen havayı içine çekti. Başını çevirip yanında araba sürmekte olan Yonghwa’yı izlemeye başladı. Yandan elmacık kemiklerine, dudaklarına, çenesine baktı. Gözleri ellerine kaydı. Biçimli parmaklarını inceledi. “Bir gitaristin elleri” diye düşündü. Başını tekrar cama çevirdi ve dışarıdan gelen tatlı kokuyu içine çekti.

-Biliyor musun, evine giden yol bugüne kadar duyduğum en güzel kokuya sahip.

Yonghwa sanki uyku içinde bir sayıklamaymış gibi olan konuşmasına şaşırdı. 

-Yonghwa, daha hızlı gidemez misin?

Yonghwa yanında sanki boşluktaymış, sanki her an havaya karışacakmış gibi duran Miya’ya baktı. Son gücünü belli ki karşısına çıkabilmek için harcamıştı. Gülümsedi ve ona güç vereceğini tahmin ettiği şeyi söyledi,

-Sadece biraz sonra ordayız kraliçem.


**


-Bir yere uğrayıp döneceğim.

Miya kapanan kapıya dönerek baktı. Derin bir nefes aldı. Titreyen ellerini önünde birleştirerek içeri adım attı. Salona geldiğinde kanepedeki silüeti gördü. Işığı yaktı. Bir süre öylece durdu.


Yavaşça yürüyüp kanepenin yanına çöktü. Kanepede uyumakta olan Maske'nin yüzünü izledi. Göz kapakları hafifçe oynuyordu, rüya görüyor olmalıydı. Miya yanağını yanağına yaklaştırıp gözlerini kapatarak kokusunu içine çekti. Geriye çekilip dağılmış saçlarına baktı. Sessizce elini saçına götürüp saçlarını düzeltti. Maske dokunuşuyla irkilip gözlerini açtı. Saçlarındaki elini tutup onu durdurdu ve yattığı yerden doğrulup ona kimin dokunduğuna baktı. Miya’nın gözleri karşısındaydı, tatlı kokusu etrafını sarmıştı. Hala rüya mı görüyordu? Elini hemen bırakamadı, karşısındakinin gerçekten Miya olduğunu algılaması için biraz zaman geçmesi gerekti.

Yavaşça elini bıraktı ve başını hafifçe yana çevirerek gözlerini kaçırdı.

-Ama nasıl…

Miya sıcacık gülümsedi.

-Gerçekten fark etmeyeceğimi mi sandın?

Miya kanepeye yanına oturdu, yumuşacık gözlerini gözlerine dikti.

-Sen kimsin?

Maske sıkça gördüğü o rüyayı hatırlayarak ürperdi. Kafasında kelimeleri toparlayana kadar araya sessizlik girdi. Söylediği ilk cümle belki de her şeyin özetiydi.

-Ben Yonghwa değilim.

-Biliyorum. Yonghwa gelirken biraz bahsetti.

Maske söylediği şeyi Miya’nın bu kadar doğal karşılamasına şaşırmıştı. Miya’nın her şeyi öğrenmek için yanan gözlerini gördü; kendinden vazgeçmemeye kararlı gözlerini. Onu ne kadar çok özlediğini düşündü. Kafası karmakarışık olmasına rağmen her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdi.

-İsmim Jun, Yongjoon. Yonghwa ve ben, ikiziz.

Nerden başlaması gerektiğine karar vermek için duraksadı.

-İkimiz Yonghwa’yla liseye kadar hep birlikteydik. Bize YongYong derlerdi, Yonghwa ve Yongjoon’un kısaltmasıydı bu. Biliyor musun, Yonghwa’ya hayranların hala YongYong lakabıyla hitap etmesi hoşuma gidiyor; o lakabın nerden geldiğini bir bilseler…

Gülümseyerek uzaklara daldı.

-Ortaokuldan sonra ayrıldık. Onun çok eskiden beri müziğe ilgisi vardı. Bense basketbolu seviyordum. Spor okuluna gitmek istedim. Oldukça iyiydim. Öyle ki basketbol bursuyla üniversiteye bile girdim. Ama koçla anlaşamadığım için ikinci senemde bıraktım. Liseden beri saçlarımı sarıya boyuyordum. Sanırım o yüzden koç bir serseri olduğumu düşünerek benimle uğraşıyordu, bazılarıysa beni kıskandığını söylüyordu; bilemiyorum. O zamanlar sarışın olduğumdan ve farklı tarzlarımızdan ikiz olduğumuz göze çarpmıyordu.

Komik bir şey hatırlamış gibi gülümsedi. Kısa bir sessizlikten sonra devam etti.

-CNBLUE olarak çıkış yaptıkları daha ilk seneleri çok olaylı geçmişti. Daha o zamanlardan bu fikir aklımda vardı; “Maske” olma fikri. Yonghwa’ya, aileme ve bizi bilen yakın arkadaşlarımıza söz verdirdim. Meraklı kulakların beni bilmesine gerek yoktu. Zaten ayrı liselere gitmiştik; ben hep kamplardaydım, çoğu kişi hatırlamazdı bile. Ve Maske olarak hayatım ilk defa 2010’da, Yonghwa’nın sesini kaybettiği zaman başladı. O çok karşı çıktı; her zaman beni o ortamdan uzak tutup tek başına yüzleşmek istedi. Ama yapamazdım. İnsanlar çok acımasızdı. Her şeyi değersizleştiriyorlardı, hoyratça onu hırpalıyorlardı. Yapamazdım.

Duraksadı.

-Okulu bırakmıştım, bir mesleğim yoktu. Ama liseden beri birçok turnuvadan galip çıkmıştım, ödüllerim, özel koçluklarım olmuştu. Babamın yönlendirmesi ve katkısıyla hepsini değerlendirmiştim. Üniversiteyi bıraktıktan bir süre sonra hepsini bir spor salonuna yatırdım. Şanslıydım, sevildi, büyüdü; bana fazlasıyla yetecek kadar hem de. Çalışmama, görünmeme gerek yoktu. Bir maske olmam için hiçbir engel yoktu. Ben küçüklüğümden beri NBA’de oynamayı hedeflemiştim, olmadı. Yonghwa ise müziğiyle dünyayı hedeflemişti. Belki birlikte olursak dedim, belki biraz da olsa ona yardımım olursa…

Uzaklara bakarak devam etti.

-Tek yaptığım tamamen tükenmiş olduğu, beyninin, kalbinin ya da vücudunun iflas etmek üzere olduğu anlarda onun yerine geçmek. Basit şeylerde; bir fotoğraf çekimi, önceden soruları gönderilmiş bir dergi röportajı, şarkı söylemem gerekmeyen bir hayran buluşması, gala gibi şeyler. Sadece 1 kere, 2011’de sunuculuk da yapmıştım, yeni albüm öncesinde çok yoğun olduğu bir dönemdi. Her zamanki gibi çok kızmıştı ama engel olamadı. Yaptığım şey ona sadece bir es vermek belki; ama dinlenmesini sağlıyor, ona iyi geliyor.

-Peki korkmuyor musun?

-Tabi ki korkuyorum, özellikle deri pantolonlar ödümü patlatıyor.

Jun’un havayı dağıtmak için zoraki gülmesine Miya dudaklarını büzüp devam etti.

-Yani, ya biri anlarsa? Çok benziyor olabilirsiniz ama mesela bugün Yonghwa’yı yakından gördüğümde fark ettiğim…

Yongjoon ciddi bir ifadeyle sözünü kesti. 

-Gözünün içindeki beni fark ettin değil mi? Bende yok. Maske olmadan önce bu ihtimalleri zaten çok düşünmüştüm. Kimsenin varlığımdan haberi olmadığı için yanlış gördüklerini düşüneceklerdir en fazla.

-Bir de, sen daha uzunsun sanki.

-Evet, yaklaşık 2 cm uzunum. Bu çelişkiyi hayranlar geçmişte yakaladı aslında; ama şirketin profil güncelleme hatası sandılar. Demiştim; kimsenin aklına gelmeyecektir.

Miya kendisine daha önce söylediği sözü hatırladı, “Dünya henüz bu hikayeye hazır değil”. Sebebini şimdi anlayabiliyordu.

-Bu sektörde kim olursan ol para getirmediğin zaman yaptığın her şey anlamsızdır. İstersen tüm kalbinle dünyanın en iyi şarkısını yaz, para getirmediği sürece seninle birlikte yok olur gider. Bilmiyorsun Miya, o bunun için fazla kırılgan. Her zaman tükenene kadar çalışıyor ve gene de iyi olduğunu söylüyor. Ama bana yutturamaz.

Miya derin bir nefes aldı. 

-Yongjoon, şimdi de sen beni dinle. Sizin gibi bu sektörün içinde değilim; gördüklerinizi, yaşadıklarınızı anladığımı söylesem de bu sadece yalan olacaktır; çünkü yaşamadan gerçekten anlayamayacağımı biliyorum. Ama…

Miya duraksadı. Kelimeleri kafasında toparlamaya çalıştığı anlaşılıyordu. Ama Jun gözlerine baktığında Miya’nın kendisine bakan gözlerinin aslında kendisini görmediğini hissetti. Sanki kendisinin ötesinde, kelimelerin, kavramların ötesinde bir şeyleri görüyordu. Kafasından neler geçtiğini merak etti. Tüm dikkatiyle sessizce konuşmaya başlamasını bekledi.

-Whiplash filminde öğretmen çocuğu küçümseyerek der ki, “Kabiliyetin yoksa sonun bir rock grubunda çalmak olur”. Kabiliyet. Hayır, aslında bahsettiği şey tam olarak bu değil. Bağımsızlığını kaybettiğin zaman bu, bir şekilde içindeki müzikten de uzaklaşman demektir çoğunlukla, çünkü karşı tarafa para kazandırman gerekir. Bir diğer anlamıyla, ruhunu satmak. Oysa müzik saftır. Acı olansa çoğu insanın bu saflığı görememesidir. “Her şeyi değersizleştiriyorlar” dedin; bu doğru. Underground kulüplere bağımsız grupları dinlemeye gitme sebebin de bu değil mi? Acemi olsalar da hala o ruha sahip olmaları, “hissediyor olmaları”, çünkü henüz müziğin “o” yüzüyle karşılaşmamışlar; düşünmeleri, hesaplamaları gereken şeyler yok. Onlara karışan yok. 

Miya duraksayıp derin bir nefes aldı. Jun çıt çıkarmadan onu dinliyordu.

-Ama bunu kıran insanlar da var Jun. Biz onlara “efsaneler” diyoruz. Yonghwa’ya “kırılgan” diyorsun. Hayır, ben onu izledim, onunla ilgili şeyleri dinledim. Bence o, ne kadar başarılı olursa o kadar az insanın kendisine, müziğine karışabileceğini, ruhunu koruyabileceğini açıkça biliyor. Çalışıyor, çünkü diğer sebeplerin önüne geçen bir amacı var, müziği seviyor, o saflığı korumak, insanlara hissettirmek istiyor ve durmadan yeni şeyler deniyor. Hala onu küçük kardeşin olarak görüyorsan yanılıyorsun; o artık çok güçlü biri. Çünkü çoktan birçok şeyi düşünüp farkına varmış ve bunun için harekete geçmiş biri. Ve bunu başarıyor. Çünkü derin bir sevgiyle yapılan her şey her zaman kazanır.

Yongjoon başını eğdi.

-Ben kararımı uzun zaman önce verdim. Sadece bir maske olarak kalmalıyım, bir hayalet. Miya, ben sadece bir gölgeyim. Ve hayatını riske atıp seni de gölgelerin içine çekemem.

Sesindeki tereddüt Miya’nın gözünden kaçmamıştı; kaşlarını çattı.

-Hayır. Sen Yongjoon’sun. Kimsenin gölgesi değilsin. Sadece sensin. 

Jun, Yonghwa’yı düşündü. Nerdeyse her günü ayrı bir yüzleşmeyle geçiyordu. Büyümüşlerdi değil mi? Değişmişti. Değişim. Bu kelimeden kaçan sadece kendisi miydi yoksa? Miya’ya baktı. Bu durumda onu koruması onu kaybetmek demekti. Fedakarlık. Bu yolda kaç kişiyi daha kalbinin bir parçasıyla birlikte uğurlaması gerekecekti?

7 yaşlarını hatırladı. Kapıdan giren üstü başı toz içinde 7 yaşındaki Yonghwa’yı gördü. Minik yumruklarını sıkmış, sinirle bakan gözlerinden düşmek üzere olan gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. İzlediği çizgi filmin başından kalkarak yanına gitmişti. Kendilerinden 3 yaş büyük iki çocuğun onu hırpaladığını öğrenmişti. “Hala parktalar mı?” demişti burnundan soluyarak. Yonghwa’nın ”Bekle!” diye arkasından bağırmasına aldırmadan cırt cırtlı ayakkabılarını ayağına geçirip parka fırlamış ve ikisini de bir güzel tepelemişti. Hiç kimse kardeşine dokunamazdı. Buna ne o zaman, ne de şimdi izin vermeyecekti.

Miya sözlerinin Jun’a ulaşıp ulaşmadığını anlayamıyordu. Korkmaya başlamıştı. Onu tekrar görememe fikrinin, onu kaybetme düşüncesinin kendisini kontrol etmesine izin vermemeliydi ama. Bunun belki de tek şansı olduğunu anlamıştı. “Keşke kendisini benim gözümden görebilse” diye düşünerek tekrar konuştu.

-Jun, ne kadar şanslı olduğunu göremiyor musun? Şanslısın, çünkü kendini kaybetme şansın olmuş. Kendini kaybedip tekrar bulmuşsun. İçtenlikle yaşıyorsun, tutkuyla ve neşeyle. Sadece sevdiğin şeyler için, kalbinden ne geçerse o şekilde. Acı çekmek, kaybolmak, üstesinden gelmek, kendini bulmak, hissetmek, korkmadan bugüne hükmetmek. Gerçekten bunları yaptığının, kendinin farkında değil misin? Artık zamanı gelmedi mi?

Yongjoon başını ellerinin arasına aldı ve gözlerini kapattı. Rüyasını hatırladı. Küçük kızın kendine uzanmış elini gördü, ”Hazırsın, artık bu yolculuğa çıkmalıyız”.

Sessizliğine Miya’nın beklenmedik tepkisiyle Jun nerdeyse zıplayarak gözlerini açtı. Tam omzuna sağlam bir yumruk yemişti. Miya Jun’u yakasından tuttu. Jun direnmedi bile. Sadece birazdan yüzüne ineceğini tahmin ettiği yumruk için gözlerini kapattı.

Birkaç saniye geçti ama hiçbir şey olmadı. Ne bir ses, ne bir hareket. 
Gözünü açtığında Miya’nın kendisine bakmakta olduğunu gördü. Gözleri elmacık kemiklerinde, dudaklarında, çenesinde geziniyordu.

-Jun, sana hep bir şey söylemek istedim. Tuhaf gelecek ama… Biliyor musun, seni gördüğüm ilk günden beri her şeyinle ışık saçtığını düşündüm. Sen ışıldıyorsun, biliyor muydun?

Jun son söylediği sözle irkilerek ona baktı.

--
---
<8 ay önce – Çarşamba günü>

Jun, Yonghwa ile telefonda her zamanki kavgalarından birini yapıyordu. Annesinin arkadan gelen sesini duydu, “O evi süs diye mi tuttu kendisine? Orda burda yatmaya devam ederse bitlenecek. Söyle ona…”

-Jun, her şey iyi gidiyor. Kafamda daha şimdiden önümüzdeki 10 yıla yetecek kadar plan ve proje var. Bir köprüde yürüdüğümü söylüyorsun ama bağlantılarıyla artık çok sağlam bir köprü bu. Yanımda olmanız benim için yeter de artar bile. Basketbolu özlediğini biliyorum. Antrenörlük yapabilirsin. Artık çocuk değiliz, beni her zaman koruyamazsın.

-Abine akıl mı veriyorsun sen? Unutma senden 2,5 dakika önce doğdum, büyüğün sayılırım.

Annesinin arkadan gelen sesini duydu tekrar, “Sorsana kız arkadaşı var mıymış? Keşke birini tanıştırmaya getirse…” Jun panikle apar topar telefonu kapattı. Annesinin çenesine kalırsa gün biterdi.

“Kız arkadaş”. Bu yüzle onu seven birine nasıl güvenebilirdi ki? Eğer çirkin olsa da sadece kendisi olduğu için onu sever miydi? “Eğer çirkin olsa”… Maskesini çekiştirdi. “Çirkin bir yüz” diye mırıldandı. O sırada parkın yanından geçen kızı gördü. Saatine baktı ve gülümsedi, “Her zamanki saatte”.

Yaklaşık 1 ay önceydi. Parkta yürürken bağcıklarından bir ağacın dalına asılmış bir çift ayakkabı görmüştü. Merakla o tarafa yaklaştığında önce bir çift ayak fark etmişti. Yaklaştıkça ayağın sahibini seçmeye başlamıştı. Başını ağaca dayamış uyuyordu. Okuduğu kitap kucağına düşmüştü. Sonbaharın gelişiyle eski canlılığını kaybeden güneş hafifçe yüzüne vuruyordu. Güneşin kirpiklerindeki ışıltısını görmüştü. Işıldayan birini daha önce hiç görmemişti. Şaşkınlıkla ona bakmıştı. O ışıldıyordu!

Bugün onun ilk defa karşısına çıkmaya karar vermişti. Kafeye yürüdü ve karşı kaldırımdan onu bir süre izledi. Neden ve nasıl olduğunu çözemese de, o her zaman ışıltı saçıyordu. Haftada bir biraz daha yakınında olmanın bir zararı olmazdı.

Kafe sahibiyle öncesinde gidip tanışmıştı. İkisi de Harry Potter sevdiği için iyi anlaşmışlardı. Ona kafenin kazancını artırması için taktikler vermişti. Aklı birazcık havada, ama tatlı bir bayandı.

Derin bir nefes aldı ve içeri girip masaya oturdu. Elini kaldırıp Miya’yı çağırdı.

-Bir americano lütfen.
--
---

“….Sen ışıldıyorsun”

Kader asıl kartını en sona saklamıştı. Bunun, kalbini ve ruhunu özgür bırakacak kadar güçlü bir kart olduğunu Jun tüm benliğiyle anlamıştı. Bir körün bile görebileceği, bir sağırın bile duyabileceği bir bağ; kaderin kırmızı ipi.

Jun gülümseyerek Miya’ya baktı ve ona sarıldı. Kararını vermişti, artık bu yolculuğa hazırdı. Zamanı gelmişti.

-Teşekkür ederim Miya. Beni sevdiğin için.

Miya şaşırdı. Sesi sonunda ona ulaşmış mıydı, kalbine dokunabilmiş miydi yani? Şu an bunların hepsi gerçekten oluyor muydu? Bir savaşta kararlılıkla son gücüne kadar savaşan, ama zafer sonrası görevi başarmasıyla oracığa yığılıp kalan asker hikayelerini hatırladı. Aynı şekilde hissediyordu. Kendini o sıcacık, güvenilir kollara bıraktı.

Tam o anda kapı açıldı. Yonghwa’nın sesi duyuldu.

-Hala burdalar.

Jungshin bağırarak koştu.

-Saldırın!

Miya ayağa fırlayarak canını nerdeyse zor kurtardı. Jun’un üstüne önce Jungshin, sonra Minhyuk, en son Jonghyun atladı. Altta pestili çıkmış olan Jun hem acı içinde bağırıyor, hem de gülüyordu.

-Tamam! İnin üstümden! Ölüyorum!

Yonghwa yanına yaklaşıp saçlarını karıştırarak güldü.

-Naber kral?

Jun üstündeki ağırlıktan inleyerek cevap verdi.

-Senden naber dahi?

Kapıdan bir kız sesi geldi.

-Harika, Jun can vermek üzere. Yani hepimize daha fazla tavuk kalacak.

Kafalar ona dönünce elindeki paketi salladı.

-Kutlama yapmıyor muyuz? Size tavuk getirdim.

Jungshin başparmağını kaldırdı, “Pill, harikasın!”

Yonghwa Miya’yı eve, Jun’un yanına bıraktıktan sonra diğerlerini toplamak için çıkmıştı. Jun uzun süre önce hayalini kaybettiğinden beri yolunu da kaybetmişti. Bununla yüzleşmek yerine kendini Yonghwa’ya adamak istemişti. Bu her zaman Yonghwa’nın canını yakmıştı, ama bunu ona kabullendirememişti. Onu değiştiren Miya olmuştu ve tam tahmin ettiği gibi artık kendi yolunu çizme kararı verdirmişti. Miya’yı diğerleriyle hemen o gece tanıştırmak ve küçüklüğünden beri kahramanı olarak gördüğü kardeşiyle ikisine kutlama düzenlemek istemişti.

Jun sonunda serbest kalmıştı. Etrafa bakındı.

-Bu kadar mıyız? Bruce ÇM nerde?

Yonghwa güldü.

-İşi vardı, sonra uğramaya çalışacakmış. İnstagrama yüklediğin o ilk kral fotoğrafına gene dırdır etmesini özledin galiba.

Jun sırıttı.

-Alt tarafı minicik bir yaramazlık yapıp eğlenmişsem ne olmuş? Telefonunu yanından ayırmasaydın sen de. ‘Bruce çatlak menajer’ gene üşenmeden beni kovalayıp durdu zaten.

Yonghwa gülerek kafasını kolunun altına sıkıştırıp saçlarını darmadağın yaptı.

-Sayende bu kral olayını devam ettirmek zorunda kaldım, sağol.

Kolundan kurtulan Jun saçlarını düzeltmeye çalışırken devam etti,

-Ve Bruce seni kovalamadı, seni merak ettiği içindi. İkimiz de tekrar sarışın olup kendi tarzına dönmeni iple çekiyoruz baş belası kral.


**

Jun Miya’yı herkesle tek tek tanıştırdı. Evdeymiş hissi verdiler ona, aileymiş hissi; sıcacık, samimi.

Masaya ilk geçen Jonghyun şöyle bir göz atıp söylendi.

-Pinti. Kime yetecek bu kadar şey?

Pill önündeki tavuğu çekip aldı.

-Madem yetmeyecek sen yeme o zaman. Obur.

-Aristo der ki…

-Aristo olsa o da sana obur derdi.

-Pinti!

-Obur!

Miya Jun’a sessizce sordu, “O kız, onu daha önce kuliste de görmüştüm. Anneniz gibi bir his veriyor.”

Jun gülümsedi, “Pill mi? Öyle de denilebilir. Ona güvenebilirsin.”


**

Miya kaç gündür uyumadığı için gözleri kapanmaya başlamıştı. Ama Jun’la tek bir anı bile kaçırmamak için inatla uykuya direniyordu. Sohbet de ilgisini hala dinç tutacak kadar eğlenceliydi zaten. Bu gece herkes çok keyifliydi. Özellikle Yonghwa.

Yonghwa bu gece çok mutluydu. O mutlu olduğunda tüm enerjisiyle, tüm ışığıyla bunu çevresine yayardı. Mutluluğu etrafına ve tüm dünyaya yayılan bir gülümsemeye dönerdi.

Jun Miya’ya Yonghwa’yı işaret ederek fısıldadı, “Biliyor musun, o bir süper kahraman” 

Miya Yonghwa’ya baktı ve Jun’un çocuksu sözlerine güldü, “Nasıl yani? Batman gibi mi? Bana gayet normal bir insanmış gibi göründü oysa”

Jun gülümsedi. 

-Neden biliyor musun? Çünkü süper kahramanlar her zaman inandığı şey için savaşır. Yaralansa bile asla pes etmez. Ve bir kahraman asla yenilmez. İnsanlar o yüzden onun ölümsüz olduğunu, acı çekmediğini sanmaz mı zaten? Ama bir süper kahraman hep yalnızdır. Hikayenin sonunda pelerini savrulurken ay ışığına doğru hep tek başına yürür.

Yonghwa gitarını eline aldı ve herkesi şarkıya katarak söylemeye başladı. Gitarıyla büyüleyici görünüyordu. 

Eksik olan tek şey, bir pelerin ve ay ışığıydı.




-SON-


Sonsöz

Üniversitede ilk senemde bir oda arkadaşım oldu. Ünlü bir oyuncuya büyük bir hayranlık besliyordu. Yatağının etrafı, dolabının üstü hep onun fotoğraflarıyla doluydu. O zamanlar bir ünlüyü, tanımadığın birini böylesine içtenlikle sevmek bana tuhaf gelirdi. 1,5 yıl sonra tekrar karşılaştığımızda yanında hayranı olduğu o ünlüye inanılmaz benzeyen bir çocuk vardı. Boyu, havası, siması onu inanılmaz hatırlatıyordu. Şok olmuştum.

Çok sonra bunun üstünde düşündüğümde sebebini çözmüştüm. Eğer bir şeyi gerçekten severseniz, içtenlikle, kalbinizin en saf haliyle severseniz ya da bir şeye gerçekten inanırsanız hayat karşınıza çıkaracaktır. Nasıl bir kostümle karşımıza çıkar, görebilir miyiz yoksa başımızı çevirip yolumuza devam mı ederiz onu bilemiyorum. Ama her zaman bir seçim şansınız mutlaka vardır. 

Sadece yukarıdaki konudan bahsetmediğimi fark ettiniz, biliyorum. Sadece güzel bir ruh ve kalp size güzellikler getirebilir. Aynı bir ayna gibi hayat size sizi yansıtır. Bazılarının bilgisayar başından kalkıp dışarı çıkmasını, böylece kaybettiğinin bile farkında olmadığı “hislerinin” geri gelmesini, nefretten uzaklaşmasını çok istiyorum. Kendi kalpleri, ruhları için. Ve fark edeceklerdir ki, kalp çok narindir; uzakta ve güçlü bir vücutta olsa da tek bir düşüncesiz sözle bile kolayca darmadağın olabilir. Burada ‘eleştiri’ ile ‘nefret söylemi’ arasındaki farkı bilmeyen büyük bir kitle var. Akıllı herkes kendine eleştiri yapılmasını sever. Ama kendine lanet okunmasından kimse hoşlanmaz. Özellikle de bu, söylenenleri cevaplama şansı olmayan biriyse. Cevap veremeyen birinden hırsını alan birinin ne kadar acınası olduğu konusuna ise hiç girmeyeceğim.

Çok konuştum, ama eklemem gereken son bir şey var. :)

Önceki hikayelerimde Yonghwa’yı nerdeyse hiç göremediğiniz için bana serzenişte bulunuyordunuz. Hiçbir zaman etkisini saklamam mümkün olmadı, ben bir burningim. Hem de tüm hücrelerime kadar. Ama sebep bu değil.

Yonghwa’yı yazamıyorum. Yonghwa o kadar farklı, zeki biri ki korkuyorum. Zavallı kalemimden çıkacak hayali de olsa ona ait her söz şu beyaz sayfada acınası duracakmış gibi geliyor. Üstünden dökülecek, ona yakışmayacak sanki. Yonghwa öyle biri ki benim gözümde, onu bir hikayede bile konuşturacak cesaretim yok. Onun kalbine, zihnine, ruhuna hayranım. Öyle bir ışıltısı var ki, onun ağzından yazacağım her kelimeyi anlamsız kılıyor. Gene Yonghwa’yı yazamadığım için beni affedin. Yıllardır işte bu yüzden yazamıyorum.

Bu hikaye tamamen hayal ürünüdür. Hikayemi okuyan herkese teşekkür ederim! ^_^

Bu hikaye Miyase K.’ya adanmıştır.

Ve kalbini içten bir sevgiye açan herkese.


Cage208
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.



.
.
.
.
.
.
*Muziplik tamamlandı*
^_^


0 yorum:

Yorum Gönder